Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

26 Haziran 2013 Çarşamba

SÖKE-MUĞLA TURU

 İki günlük bu tur 2013 Gökova Bisiklet Turuna ulaşmak amacıyla yapılmıştır. Bununla birlikte birkaç yıldır geçmeyi planladığım ama fırsat bulamadığım antik kentler rotasının bir bölümünü de turun birinci gün gerçekleştirmeyi başardım.

BİRİNCİ GÜN:
PRIENE, MILETOS, HERAKLEIA LATMOS


Gece Eskişehir'den bindiğim otobüs sabah saat dokuz sıralarında Söke otogarına ulaştı. İlk işim yakıt ikmali. Otogardaki görevlilerden öğrendiğim yakın bir fırına yöneliyorum öncelikle. Fırın otogarın arka köşesinde yer alıyor (otogarın dış cephesinde, sokağın karşısında). Simit ya da oraların dilinde gevrek almak niyetiyle girdiğim fırından elimde nefis ıspanaklı böreklerle çıkmış buluyorum kendimi. Fırının hemen karşısında bir kahvehane beni çekiyor sakinlerinin arasına. Bir yandan böreklerimi yerken bir yandan da Sökelilerle tanışıyor, yol hakkında bilgi topluyorum. Onlarda benimle ve bisikletimle ilgililer her yerde olduğu gibi. Kahvaltım boyunca devam eden bilgi alışverişimizden sonra kent dışına çıkan en kısa yola yönelerek veda ediyorum, Sökeli dostlara...


 İlk hedef Priene. Söke'den çıktıktan sonra 20 kilometre kadar yol almam gerekiyor, batı yönünde. Yol boyunca karşımdan esen rüzgar hızımı kesemiyor. Çünkü, tüm bozkır insanları gibi ben de rüzgarın taşıdığı iyot kokusunun çekimine kapıldığımdan hızlandıkça hızlanıyorum.
Priene'den önce Güllübahçe köyü karşılıyor beni. Yolun her iki yanı alabildiğine çiçek. Ama gül değil. Çoğunluğu zakkumlardan oluşsa da hiç yadırgatmıyor Güllübahçe adını.


Köyün hemen çıkışında 500 metrelik bir yol ile yaklaşık 100 metre yükseliyorum ovadan. Priene'in ana kapısında görevliler karşılıyor beni. Turun ilk sürprizi müze kartımı yanıma almayı unuttuğumu farkedince kısıtlı bir bütçe ile yola çıktığım için üzülüyorum epey...


Zamanım dar, sıcağa kalmadan yeniden yola koyulmalıyım. Hızla kentin, yıkıntıların içine yöneliyorum.


Hızla ilerlediğim kentin yıkık sokakları, caddeleri, bulvarları etkileyici. Daha ilk adımdan belli, büyük bir uygarlığın içine doğru ilerliyorum...
 

 Dört bir yanım tapınak, hamam, pazar yeri, meclis vb... tabiki hepside yıkıntı. Ne olduklarını az sayıdaki yönlendirme ve bilgi tabelalarıandan öğreniyorum. Bir anda şaşkına dönüyorum, bilemiyorum ne yana ilerlemem gerektiğini. Benden başka kimse de yok oldukça erken bir saat sanırım burası için.


batı yönünde ilerleyen yola doğru yöneliyorum. 250-300 metre ilerleyen yol kentin de boyutlarını ele veriyor.
 

 yolun sonundan yukarıya, kuzeye yönelen bir tabela beni Apollon Tapınağına ulaştırıyor.


 Kalan beş sütunuyla bile etkileyici tapınak ve arkasında yer alan tüm bu mermerlerin kaynağı olan dağ...


Biraz daha yükseldiğimde tapınağın yıkıntıları arasından beni götürecek olan yolu seçebiliyorum. Ufukta Ege denizi görülüyor. Priene de oralarda bir yerde olmalı...


Tapınaktan ayrılıp çıkış yönüne ilerlerleyen yol beni kentin amfi tiyatrosuna ulaştırıyor.


Tiyatrodan devam eden yol surlara, çıkış kapısına ulaşmadan önce Mısır Tanrıları Alanından geçiyor.
Panteizmin bu yıkıntıları karşısında modern toplumumuzun dinselliği ile acınacak durumumuzu utançla kabulleniyorum...


20 kilometre kadar daha ilerleyince beni karşılıyor BÜYÜK Menderes.
Büyük Menderes BÜYÜK. Buraların en büyüğü...
Önce Priene'i ayırıyor denizden, binlerce yıl önce. Döneminin önemli liman kenti Priene, şimdi yalnızca rüzgarın onlarca kilometre öteden getirdiği iyot kokusuyla yetinmek zorunda.
Bu savı kanıtlayan son örnek Miletos, daha 500 bilemedin 600 yıl olmuş denizden kopalı.
Akşam konuk olacağım Herakleia en şanslısı bu üçlünün. Direnmiş Herakleia. Menderes onu denizden ayırsa da, Herakleia da sımsıkı tuttuğu bir parçayı koparmış almış denizden. Bugün Bafa Gölü olarak anılır artık zamanının Latmos körfezi.
BÜYÜK Menderes Anadolu'dan taşıdığı topraklarla yeniden şekillendiriyor Anadolu'yu.


 Yazın sıcağına, Miletosun Menderes'e öfkesinin ateşi de eklenince artık çekilmez oluyor yol. Çaresiz mola zamanı.


Usulca yanaşıyorum Miletos'a. Bir palmiyenin gölgesinden diğerine derken, karşımda 15000 kişilik amfi tiyatro bütün görkemiyle yükseliyor.
Öğleden sonra 40 km daha yolum var. Hemen başlıyorum yakıt ikmaline. Menü ton balıklı makarna ve doyasıya çay.
Miletos'un sakinleri de beni yalnız bırakmıyorlar yemekte...


Saat 16.00 sıralarında yeniden yola koyuluyorum.
Felsefenin doğuşuna tanıklık eden Miletos sokaklarında yürümeyi bir başka tura erteleyerek.
Miletos akşam ulaşılacak bir kamp olarak tasarlanmalı bir dahakine. Sıcaktan etkilenmeden kentin sokaklarını ağır ağır yürümeli.


Artık yolum doğu ve kuzey-doğu yönünde ilerliyor. Zaman zaman önden esen etkili rüzgar hızımı inişlerde bile 10 km ile sınırlandırıyor.


Latmos körfezi ya da yeni adıyla Bafa Gölü kıyısında yavaş ancak doyumsuz bir seyir zevkiyle ilerliyorum. Zaman zaman Latmos (Beş Parmak) dağlarıyla göz göze gelerek karşıdan Herakleia kentini seçmeye çalışıyorum.


Gölü kıyıda bıraktıktan sonra ilerliyorum Bafa kent merkezine. Kent merkezinden yönlendirme tabelalarını izleyerek buluyorum Herakleia'ya giden yolu.
Yaklaşık 10 km ilerleyen yol iki ya da üç köy geçtikten sonra ulaşıyor Herakleia'ya.


Önce Karya'nın karakteristik kayalıkları karşılıyor beni...


Ardından yeniden merhaba diyor Bafa Gölü Tabiat Parkı.


Gölün bu yanı yola eşlik eden kıyıdan çok farklı. Yer yer gölün içine uzanan kayalar, küçük koylar ve sazlıkların oluşturduğu bir doğa harikası Bafa Gölü.


Yol, Herakleia'nın giriş kapısı olduğunu tahmin ettiğim kalıntının yanından ilerliyor.


Herakleia antik kenti bugün de kopmamış yaşamdan, insanlardan. Kapıkırının köy evlerinin sıralandığı sokaktan ilerlerken birden kendimi Herakleia Kıral Yoluna buluveriyorum. Eski yeni de yaşamayı sürdürürken, yeni de eskinin içinden çıkıp gelmekte, henüz bugün, şu an bile...


Beni kendine çeken Agora tabelasının köy çocukları için anlamı futbol sahası...


Kıral Yolunun anlamı ise köylü için plaja ulaşan en kısa sokak.


Tapınak terasından gölü izleyen köy çocuğu, Karyalıları, Karyalı çocukları düşündürüyor bana. Bu tabloda da evrensel olan çocukluk sanıyorum: doğadaki, tarihteki, toplumdaki değişime karışın değişmeden kalan, hep aynı yaşayan...


Köyün zirvesinde yer alan kahvehanede bir çay molası verip, soluklanıyorum. Köylüler alışmışlar konuklara, sıcak kanlı, sevecen ve konuşkanlar. Sohbetin tadından unutuyorum kahvenin terasındaki manzarının fotografını almayı.
Kamp için yer araştırıyorum. En uygun yerin plaj olduğuna karar veriyorum. Aldığım bilgiler ışığında. Şimdi doğru plaja.


Gün batmadan ulaşıyorum plaja.


Plajda yer alan tahta terasları kestiriyorum gözüme. Plajdaki eski, bakımsız lokantaya yöneliyorum bilgi almak için. Lokanta müşterisiz, sahipsiz ve sessizce izliyor benim gibi gün batımını. Herhangi birini bulmaktan umudumu kestiğim anda arkanmdan havlayan bekçi köpeği sahipleniyor birden mekanı. Ardından bir merhaba sesi ile açılıyor kayaların üstündeki kapı. Çıkan adamla selamlaşıyoruz, tanışıyoruz önce. Çardakların kiralık olduğunu ve geceliğinin 10 lira olduğunu öğreniyorum. Ancak zaten boş olan plaja, çardaklara geceboyu hem bekçilik yapıp hem de bunun için para ödemek zoruma gidiyor, zaten bütçem kısıtlı. Beni içtenlikle karşılayan diğer köylüler gibi samimi bulduğum bu kişiye, ben de içten davranıp açıkça söylüyorum çardağın yanına plaja çadırımı kurup bedava yatmak varken para ödeyemeyeceğimi. Eğer kabul ederse çardak promosyonu karşılığında, bira içmek için lokantasına müşteri olabileceğimi söylüyorum. Anlaşıyoruz.


Bisikletimi parkedip, gölün sularında serinliyorum batan güneşin eşliğinde.


Gün batımıyla birlikte yeni bir sürpriz bekilyor beni. Bafa yolunda beni gören ve buraya kadar izleyen üç bisikletçi dostum, Urim Baba, İrfan ve Hüseyin buluyorlar sonunda beni. Onlarla birlikte plajın, çardakların müşterisi artıyor, aynı alışveriş koşullarıyla.


Günün yorgunluğunu alıyor soğuk biralar ve dost sohbetleri...


İzmir'li dostlarımla akşamdan vedalaşıyorum. Onlar geç kalkacaklar, öğle molası vermiyorlar yolda. Bir de ana yolu izyecekler Muğla'ya kadar. Ben saat beşte kalkarak hazırlanıyorum. Saat altıda yola koyuluyorum, onbirden onaltıya kadar uzun bir mola vermeyi planlıyorum güneşten etkilenmemek için.


İKİNCİ GÜN: BAFA-MİLAS-MUĞLA
 
Veda zamanı Bafa'ya.
 

Kayıklara, çardaklara...


Kumsala, plaja, kayalara veda zamanı...


Dün akşam merhaba dediğim antik kapı bugün yolcu ediyor beni.



Son kez dönüp arkama bakıyorum, arkamdan bana haykıran Bafa'ya Herakleia'ya Latmos'a...


Akşam geldiğim 10 km yolu geri kaçıyorum hızla. Güneşe kalmadan ulaşmalıyım Milas'a.



Hızla ilerliyorum, hafif eğimli ama uzun bir rampa beni önce Selimiye'ye ulaştırıyor. Kısa bir simit çay kahvaltısıyla yeniden yola koyuluyorum. Yolun eğimi artıyor, hızım azalıyor. Bir saat kadar yol aldıktan sonra Milas'a da ulaşıyorum.
Güneş etkili olmaya başlıyor ama sevinçliyim, trafikten kurtulduğum için. Milas çıkışında Ören yoluna giriyorum. Birkaç kilometre sonra da sora sora buluyorum Kayadere köyü yolunu.


Yaklaşık 20 km dik bir rampa bekliyor beni. Sekizyüz metre yükseleceğim.


Yolu çok seviyorum, trafik yok, araç yok. Zemin de iyi asfaltlanmış. Beklediğimden hızlı ilerliyorum.
Saat oniki olmadan ulaşıyorum Kayadere köyüne. Uzun zamandır müşterisi olmadığı belli olan köy camii beni sevinçle karşılıyor, konuk ediyor gölgesinde.
Saat 16.00 ya kadar dinlenip, besleniyorum.


Yeniden yola koyulduğumda uzun bir iniş alıp götürüyor beni. Aldığım notlara bakıyorum: tırmanış notom yok ama daha yaklaşık 30 km orman yolu var. Ormanın dağların içinde daha inilecek bir yer görünmediğinden anlıyorum notlarımın eksik olduğunu. Ve yeniden başlıyorum tırmanmaya.


Yol boyunca yalnızca bir araçla karşılaştım Kayadere'den sonra, o da orman işçilerine ait. işçilerden öğreniyorum bu ormanın çok değerli olduğunu: Kızılçam Gen Koruma Ormanı.


Çevrenin, ormanın, kayaların, derelerin tadını çıkararak ilerliyorum. Ancak notlarımdaki eksik beni endişelendiriyor. Notlarımda yer almayan birçok ara yol ile karşılaşıyorum. Tek kerteriz noktam Muğla-Milas yolundan önce ulaşmam gereken Çukuröz köyü.


Yol boyunca ne bir köy var ne de köylü. Karşılaştığım iki-üç orman işçisine Çukuröz köyünü soruyorum. Onların tariflerinden yararlanarak ilerliyorum.


İki ya da üç kez yolu kaybetme durumu ile karşılaşmama karşın hepsinde de sezgi ve deneyimlerimin verdiği güçle doğru seçmi yapabildim. Genel bir yön bulma bilgi ve deneyimi ile tamamen kaybolma riski olmamasına karşın (çünkü doğu yönünde ilerlendiğinde eninde sonunda Milas-Muğla yoluna çıkılacak) gene de yeterli araç-gereç, bilgi ve deneyimi olmayanların bu yola özellikle yalnız girmelerini önermiyorum.


Yoldaki bir başka güçlük de Milas'tan Kayadere'ye kadar asfalt olan yolun sonraki bölümünün çok bozuk olmasıydı. Birçok yerde yol arazi araçları ve iki tekerleklilerden başkasına izin vermeyecek düzeyde bozuk.




Hayat kurtaran köylüler: İki üç saat ilerlememe karşın medeniyetten hiçbir ize rastlamadığımdan endişem arttı. Orakla hasat yapan bu köylüleri gördüğümde doğru yolda olduğumu anladım.


Yoldaki az sayıda insanın hiçbirini pas geçmedim. En azından bir selam verdim. Fırsat bulduklarımla biraz sohbet ettim, nereden geldiğimi nereye gittiğimi anlattım.
Bir kaybolma ya da kaza durumunda en önemli yardımcıların
bu kişiler olduğu unutulmamalıdır.



Yol ve orman bütün güzelliklerini sunmaya devam ediyor. Kızılçam ormanı yerini artık karma bir ormana bıraktı. Kızılçamların yanı sıra, birçok çalı türü bitki, meşeler ve özellikle dere yataklrını kaplayan zakkumlar...


Yolun yol olmaktan çıktığı anlar. Zaman zaman zeminde lastiğin tutunacağı sabit bir tek taş parçası bile kalmadı.



Bazı yerlerde eğimi ölçmek, derecelendirmek anlamsız; yol değil duvar sanki. Bu bölümleri bisikletimi iterek aşmak zorunda kalıyorum.


Kaslarımda kalan son enerji ile aştığım tepenin ardından Çukuröz göründü. Bundan sonrası bedava. Bisikletçinin düşü: hep iniş...


Çukurözü Muğla yoluna bağlayan köy Çaybükü. Namı değer Belen: Ormancı türküsünün Belen Kahvesi. Ben bunu kısa molamın sonunda öğrendiğim için Belen Kahvesinde bir çay içmeyi de bir başka tura bırakarak ilerliyorum Muğla'ya.
Saat yirmi sıralarında Muğla'dayım. Arkamdan İzmir'li dostalarda yetişiyorlar. Kamp yerini bulup yarın başlayacak olan Gökova Bisiklet Turu için dinlenmeye geçiyoruz...